Aynı suda iki kez yıkanılamadığı gibi aynı kahve iki kez içilemez, aynı yıllar bir daha yaşanamaz ve de aynı kişiye iki kez âşık olunamaz (Ona geri dönülür.)
Aynı suda iki kez yıkanılamadığı gibi aynı kahve iki kez içilemez, aynı yıllar bir daha yaşanamaz ve de aynı kişiye iki kez âşık olunamaz (Ona geri dönülür.). Bazı şeyler bir kereliğinedir ve tekrarı yoktur rahmetli Levent Kırca’nın dediği gibi ama yalan bazen böyle pis bir planın parçası olabilirmiş. Kimden esinlendim ve kime uydum bilmiyorum ama böyle bir şeye başvurduğumu - yıllar sonra da olsa - itiraf ediyorum (Bu arada “ – “ konuşma çizgisi ile “ - “ ara söz çizgisini karıştıranlara da sinir oluyorum çünkü işlevi değil, boyu önemli.) . Umarım okurlar - tanımadığım ve sayısını bilmediğim için okurlarım demek / diyememek de büyük sıkıntı bu arada - beni anlar ve affederler. Amacım hiç de seks üzerinden prim yapmak değil.Söz edeceğim konuyu sanki bir romanımda da kullandım gibi geliyor bana ama neyse. Tam da burada “Neler geveliyor bu adam?” diyeceksiniz fakat ben yazı girişlerini oldum olası sevmişimdir. “Okuru ısıtmak, konuyu sezdirmek…” Ne derseniz deyin tatlı ve yararlı bir yanı var. Sakın yadırgamayın benzetmemi: Ön sevişme gibi bir şey.
Bu olay yıllar önce hem de çok yıl önce yaşandı. Bu cümlede, moda kullanımla “uzun yıllar önce” demediğimin farkındasınızdır. Tüylerim diken diken oluyor bu sözün marş gibi vurgulanarak ve sık sık, hem de ısrarla kullanıldığını duydukça. Neden mi? Coğrafyada “uzun yıl” diye bir terim yok, biliyoruz. Yılların dörtte üçü 365 günken, dörde bölünebilen yıllara “artık yıl” deniyor. Eh, böylece, “Uzun yıllar görüşemedik.” diyen biri de “Dört yılın üçünde (2001, 2002, 2003; 2005, 2006, 2007; 2009, 2010, 2011…) görüştük fakat 366 günden oluşan 2004, 2008 ve 2012’de görüşemedik.” demiş oluyor.
“Bu ön sevişme de uzun oldu. Kısa kes de Aydın havası olsun.” diyorsanız konuya girelim siz güzelim (!) yazımı yarım bırakmadan.
Çiçeği burnunda ve hem de asil değil, stajyer öğretmen olduğum 1960’lı yıllar… İlk maaşımı alır almaz nedense şöyle düşünüyorum: “Maaşımı alır almaz kasaba gitsem ve tezgâhın üzerine maaşımı olduğu gibi koyup ‘Bu paranın yettiği kadar kemiksiz dana eti istiyorum.’ desem.” Bir yandan da hesaplıyorum. Etikette kemiksiz dana etinin fiyatı 4,5 lira o günlerde Çankırı ilinde. Yanılmadınız, bundan neredeyse 50 yıl önce hâlâ lira… Tezgâhın üzerine koyduğum maaşım da tam tamına 450 lira. Özetle tam 100 kilo lop et alabileceğim. (Bugün 100 kilo lop ete ne kadar ödemek zorunda olduğunuza bakın. Şu andaki yeni mezun öğretmen maaşıyla kaç kilo et alabileceğinizi hesaplayın. Enflasyonun nerelere geldiğini gaz lambası fitili, pinpon topu… fiyatları ile değil, et fiyatıyla oranlayarak anlayabilirsiniz.)
Neden kemiksiz dana eti? Eşimin sütü doğum yapar yapmaz kesilmiş ve zorunlu olarak, o günlerde oldukça pahalı sayılan kutu mamalarla besliyoruz kızımızı. Her gün, hem de her gün ve günlük olmak koşuluyla 100 gram yağsız dana eti almalıyız ki - doktor önerisine göre - evde yapılacak destek besinle sağlıklı gelişip büyüsün ilk göz ağrımız, kızımız.
Bir akşam eve döndüğümde, beni kapıda karşılayan eşimi yorgun ve kızarmış gözlerle görünce nedenini sordum merakla. “Ateşi çok yüksekti gün boyu. Yeni yeni düşüyor. Uyku uyanıklık arası sayıklıyordu ‘Muz!’ diye.” Ceketimi çıkarmışım ama asmamışım şaşkınlıktan, elimde. Ne yapmalı? O günlerde ne seralar var ne de hızlı ulaşım. İl dışından gelen sebze ve meyveler de doğal olarak pahalı oluyor. Kısa sayılan Ankara - Çankırı yolu bile otobüsle 3,5 saatte bitiyor, varın siz anlayın gerisini. Üstüne üstlük tek maaşla geçiniyoruz ve ayın sonu.
Giyiniyorum ama çevreye de yabancıyız henüz ve oldum olası borç almayı da, vermeyi de pek sevmem. Borç, ancak onurunuzu sattığınızda alınıyor gibi geliyor bana. Eşim de biliyor paramın olmadığını. Paltomu, gömleğimin üstüne yani ceketimi giymeden giydiğimi görüyor. Bu yüzden bir şey demeden ama yadırgayan bakışlarla süzüyor beni.
“Dur bakalım, bir şeyler yapacağız elbet.” diyorum. Kafamda sinsi, ayıplanacak bir plan… Sinsi değil, bana hiç yakışmayan bir plan… Eğer o manav yaşıyor ve bu olayı anımsıyorsa ondan tüm ana babalar adına özür diliyorum şimdi.
Akşam, hava kararmış. Yürüye yürüye, aradığımız her sebze ve meyveyi çoğu kez bulabildiğimiz manava gidiyorum.
“Buyur hocam!” diyor iki elini mavi önlüğünün cebinden çıkaran manav.
“Evde meyve kalmamış. Bir kilo muz verir misiniz?” diyorum alçak sesle ama sesimin titremesine engel olarak.
Esnaf kısa sürede tanır alıcısını. Birkaç kez alışveriş yapmanız yeter. Eh, ne de olsa onun işi bu. Becerikli elleriyle hevenkten, fazla geleceğini düşündüğü kadarını koparıp kalanını tartıyor. (Özellikle pazar esnafının portakal, domates gibi yuvarlak cisimleri serçe parmağı dışındakilerle kavrayıp kesekağıdı ya da poşete yerleştirişi ne kadar mihanikidir.) Bana uzatıyor satın aldığım muzların paketini.
İşte benim rolüm şimdi başlıyor: Boşta kalan elimle paltomun düğmelerini çözüyorum ve aynı elimi cüzdanı çıkarmak ister gibi, göğsümdeki olması gerektiği yere uzatıyorum ve hemen ardından “Hay Allah, ceketimi giymeyi unutmuşum aceleden. Dalgınlığa bak! Bizim kız hasta da…”diyerek paketi meyve tezgâhının üzerine bırakıyorum.
Manav benim bıraktığım paketi hemen elime tutuştururken bir yandan da diğer eliyle omzumu sıvazlar gibi yapıyor:
“Acelesi ne hocam, para kaçıyor mu? Bir dahaki gelişinde verirsin.”