Hepimiz gibi ben de sık sık çocukluğumu anımsar ve iç çekerim özlemle, ne güzel günlerdi. Kavga gürültü bile akşamına kalmaz, unutulur giderdi dağılan duman gibi.
Hepimiz gibi ben de sık sık çocukluğumu anımsar ve iç çekerim özlemle, ne güzel günlerdi. Kavga gürültü bile akşamına kalmaz, unutulur giderdi dağılan duman gibi.Biz çocukların arasındaki itiş kakış, tartışma hatta kavgalar bile kısa sürede, hiç yaşanmamış gibi unutulur giderdi. Küsler bir ara bulucu sayesinde barıştırılır, arkadaşın dayanılmaz ağırlığı bir madalya gibi hep aklımızda takılı dururdu.
Yetişkinlerimiz, büyüklerimiz de öyleydi. Bir tartışma yaşansa bile biri araya girer ve buzları oracıkta eritirdi. Günümüzdeki gibi günlerce, haftalarca hatta aylar yıllarca sürmezdi tatsızlıklar. Şimdi bakıyorum da aynı sokakta, aynı apartmanda hatta aynı binada oturdukları hâlde birbirini tanımayan, diğerlerinden haberi bile olmayan insanlar yaşıyor. Bize ne oldu böyle, bilemiyorum.
Kapı önleri oturma odamızdan, misafir odamızdan farksızdı. Çoğu kişi bilmez ama eve konuk gelmedikçe kapısı kapalı, içi daima derli toplu konuk odalarımız vardı birden fazla odalı evlerimizde. Bazı evlerde ise bu görevi, bize bile kapısı konuk geldikçe kapısı açılan, her an hizmete hazır, daima temiz ve derli toplu bekleyen salonlar olurdu.
Tekrar kapının önüne dönelim çünkü o yıllarda komşuluk ve dostluklar yapay değildi, her komşumuz akraba gibiydi bizim için hatta belki onlardan da öte…
İskemlesini hatta taburesini alıp kapının önüne çıkanı gören de söyleşecek arkadaş bulmanın hevesiyle hemen katılırdı o akşamüstü ya da gece sohbetlerine.
Kapı önü sohbetleri yani söyleşileri denince aklıma hep o gece gelir. Hani o “sudan ucuz gece”.
Tatlı bir yaz gecesiydi. Neredeyse bütün komşular kapı önlerinde oturuyordu. Kimi sandalyesinde kimi taburesinde kimileri de yaygısını kaldırıma sermiş, evde demlenip hazırlanan çayını yudumluyordu. Gündüzün ya da yaşanan günlerin hatta yaşamların sıradan ya da sıra dışı olayları konuşuluyordu. Kâh gülünüyor kâh kahkahalarla çınlıyordu sokak.
Oturduğumuz sokağın bir ucu Fatih camisine, diğer ucu askerî hapishaneye uzanıyordu. Hapishanenin yüksek duvarında ise daima silahlı bir nöbetçi olurdu.
Gecenin her dakikasının hatta her saniyesinin tadını çıkaran biz çocuklar ise şimdi adını tam anımsayamadığım ya saklambaç ya da benzeri bir oyun oynuyorduk.
Oyunun ne olduğunu bilmiyorum ama o anda yanımdan son sürat biri geçti koşarak ve aynı anda “Namık!” diye bağırdı babam. O sırada da sanki tıslamaya benzer tuhaf bir ses duyar gibi olmuştum. Kaçanın peşinden de bir asker geçti tüm hızıyla.
Zor da ola nefes nefese durup evimizin önüne döndüm. Annemin o an bana sarılıp “Oğlum!” demesi hâlâ kulaklarımda. Meğer ilk koşan, hapishaneden kaçan bir mahkûm, onun peşinden koşansa ona ateş edense nöbetçiymiş.
Ben, kulağımın dibinden geçen mermiden kıl payı kurtulan kişiymişim meğer.
Dedikleri gibi: Meğer yaşam bazen “sudan ucuz”muş.