Baktım hizmetlinin elinde zor taşıdığı bir tomar ip ama bildiğiniz ip değil.
Baktım hizmetlinin elinde zor taşıdığı bir tomar ip ama bildiğiniz ip değil. Deyim yerindeyse tam anlamıyla halat ip… Daha açıkçası yırtılmış, kopmuş, bir parmak kalınlığında ip tomarı ama hizmetlinin elindeki tomarın her yerinden ayrı bir ucun sarktığı ip yığını…“Hayırdır, ne o kucağındaki şey?”
“Mevta!” dedi gülümseyerek. “Bizim Yavuz Hoca, ‘Al da at bu voleybol filesi kalıntısını okulun kapısının önündeki çöp kutusuna. Artık bundan ne köy olur ne de kasaba.’ dedi. Ne yapayım, ben de götürüp atayım bari dedim. Ortalıkta kalırsa bizim haşarılar okul bahçesinin dört bir yanına dağıtırlar paramparça edip.”
“Haklısın.” dedim ama “Sen iki dakika dur da ben hocaya danışayım.” diye ekledim.
Ben “hoca” sözcüğünden hoşlanmasam da kimi kasdettiğini anlıyorum. Yerleşmiş bir kere herkesin diline. Hoca aşağı, hoca yukarı…
“Sen iki dakika bekle!” deyip seğirttim beden eğitimi öğretmenimizin spor odasına. Durumu anlattım. “Olur.” dedi. “Kayıttan düştük, nasılsa çöpe atacak. İşine yarayacaksa al.”
Dönüp hizmetliye söyledim. Yere bırakıp derledi, topladı. Sonra da benim dediğim gibi büyük bir plastik çöp torbasına koydu:
“Akşam giderken bırakırım sizin evinize. Nasılsa yolumun üstü.”
& & &
Ertesi gün, bizim sokakta oturan iki öğrencime haberi verdim:
“Bakın, bu voleybol filesi çöpe atılıyordu. Ben aldım. Eğer elden geldiğince onarabilirseniz kullanırız.” deyip - geçmiş gün - bir miktar da para verdim sicim alsınlar diye.
“Tabii öğretmenim. Biz hâllederiz. dediler.”
Gerçekten hafta sonuna yetiştirdiler. Eskisi kadar güzel olmasa da bayağı adam etmişler fileyi. Her ne kadar sonradan kullanılan bağlantı ipleri sırıtsa da fena olmamıştı onarımları.
Yolun bir yanındaki tahta telefon direğine ve karşıdaki evin bahçe demirlerine bağladığımız iplerle, yoğun bakımdan çıkıp yaşama dönmüştü voleybol filesi. Öyle ki filenin alt - kalınca - ipi, fileye çarpan topu gereken açıyla geri atıyordu. Yani ölü kabul edilen file, geri dönüşüm sarmalından sağlıklı çıkmıştı.
Ondan sonraki bahar ve yaz akşamüstleri ve hafta sonları çok şenlikli geçmeğe başlamıştı Oğuzlar Sokağı’nda.
Herkese uygun saatte toplanılınca iki takım oluşturuyorduk aramızda öğrencilerimle. Zaten önceden saha çizgilerini yağlı boya ile çizmiştik zemine hatta filenin altındaki çizgiyi ve servis atma yerlerini bile…Top, her iki yandaki kaldırımın üstüne değip yukarı veya evlere doğru sıçrarsa “hariç”, yoldan yüksek kaldırımın köşe yaptığı yere değer de sıçrarsa bu kez “dahil” diyorduk.
Sokakta oturan kız ve erkek öğrencilerime bazen, heves edip bize katılan yetişkinler de katılıyor ve bu voleybol şölenimiz (!) devam ediyordu.
Sokağın iki yanındaki camlardan uzanan kadınlı erkekli komşularımız da, çoğu zaman çekişmeli geçen maçlarımızı heyecanla izliyorlardı.
Çekişmeli geçen setlerimizi yalnız sokağımızdan geçen araçlar aksatıyorlardı. Sürücüleri de buna zamanla alışmış olacaklar ki yavaşlıyorlar ve iki oyuncunun, alt ipin uçlarını gevşetip ipi yukarı kaldırmasına zaman tanıyor, sonra yollarına teşekkür anlamına gelen korna çalarak devam ediyorlardı.
Yaz bitene kadar bu seremoni sürdükçe ve oynayanlar çoğaldıkça minik turnuvalar bile gerçekleştiriyorduk. O günlerde, sokağın iki yanındaki iki üç katlı evlerde oturanlar, sokakta oyuncuları görünce camları açıp komşularına “Haydi herkes camlara!” diye sesleniyorlardı. Bununla da yetinmiyorlar, sanki taraftarmış gibi, sempati duydukları takım sayı kazanınca alkışlamağa başlıyor, tezahüratı bile düşünüp gösteri (tezahürat) yapıyorlardı.