Bir elimde üç demet nergisten oluşmuş bir nergis paketiyle pastaneye giriyorum.
Bir elimde üç demet nergisten oluşmuş bir nergis paketiyle pastaneye giriyorum. Tezgahtar kız, pasta seçimimi dinlerken elimdeki nergislere bakıyor. “Ooo, kim bu şanslı?” diyor. “Hem çiçek hem de pasta…” Gülümseyerek “Sevgilime…” diyorum. Sırasını bekleyen yaşlı çiftten kadın olanı, eşine “Ala ala üç beş liralık Çiğdem mi almış?” diyor alçak ama küçümseyen ses tonuyla. Hiç oralı olmuyorum çünkü “sevgilim”in kaçtır söylediği söz ezberimde artık. “Hani sen Ankara’dayken bana almıştın da salondaki vazoya koyduğum nergis nasıl da mis gibi kokusuyla bizi büyülemişti!” Hemen içimden konuşuyorum: “Bir armağanın değerini siz sadece parasıyla ölçersiniz, ne günler yaşıyoruz? Bir de sevgilime sor bakalım, o nergisleri glayöllere, krizantemlere, orkidelere değişir mi?”Pastaneden çıktım, hızlı hızlı yürüyorum. Bir elimde nergisler, diğer elimde sevgilimin en çok sevdiği cevizli, nugatlı, muzlu kar beyaz pasta. Biraz önce “Şimdi geliyorum.” diyerek evden çıktığımı düşünüyorum. Nereye gittiğimi merak ettiğinden eminim. “Nereye?” dedirtmeden çıkmakla iyi ettim. Amacımı öğrenseydi beni önlemeye çalışır ve “Ne gerek var? Gitme şimdi, düşünmen yeterli.” derdi kuşkusuz.
Hem hava kararmadan eve varayım da akşam yemeği gecikmesin diye düşünüyorum hem de Erol Sayan’ın, Mehmet Gökkaya’nın sözleriyle bestelediği şarkısının - bir zamanlar dillerden düşmüyordu - ikinci kıtasını mırıldanıyorum içimden:
“Çiğdem çiçek açmış, teskere yakın,
Yeşiller giy, artık yollara bakın,
Sevgilim kendini nazardan sakın.
Seni düşte gördüm, hayra yor, diyor,
Askerlikte sevda çekmek zor diyor.”
Sözleri yinelerken aldığım tek mumu da düşünüyorum. Belki de tezgahtar kız bir bebeğin yaş günü için sandı pastayı. Nereden bilsin benim o biricik sevgilim için aldığımı? O benim biricik, tek sevgilim, öyleyse mumu da tek olmalı. Yaş dediğin nedir ki zaten?
Yarın öğlen, kardeşimle iki arkadaşı da gelecek eve ve “Biz bize, ikimiz kutlayacağız.” sanan sevgilime bu da sürpriz olacak. Her ne kadar her yıl bu kutlamaya - utangaçlıkla -– karşı çıksa da, pastanın üstündeki tek mumu üflerken herhalde “İyi ki doğdun!” diye bir ritüeli gerçekleştireceğiz.
Yaş günlerimi anımsıyorum. Hepsini kutlamadım tabii ama memlekete her gelişte yaş günümün kutlanması için ısrar eden annemin, ben kutlamaya karşı çıktıkça “Ama yaş günü kutlamasını sen istemiştin ilk kez bizden. Ailemizin böyle bir alışkanlığı yoktu ki!” demesini anımsıyorum. Annem o yıllarda aklından bile geçiremezdi benim asıl amacımı. Yaş günüme arkadaşlarımı da çağıracak, arkadaşların yardımıyla kurduğumuz gramafonun müziğiyle tango yapacak ve böylece - yıllar sonra nişanlanacağım - kızla dans edecektim. O yıllarda beğendiğiniz kız arkadaşınızın eline değmeniz bile çok sıra dışı ve heyecan verici bir olaydı. Eliniz ona değmişse, uzun süre o elinizi yıkamaz, elinizi koklardınız tazılar gibi. Hani “Kahve bahane.” derler ya, yaş günü bahane.
Evde pastayı dolaba koyuyorum gizlice. Mumunu da çekmeceye… Şimdi tek şey kaldı, yarının olması. Yarını iple çekiyorum. İp sağlam ama yarın da oldukça ağır galiba, çek çek, gelmiyor bir türlü. O gece de geçmek bilmiyor. Sanki güneş doğmayacak, gün olmayacak. Hani şu Andre Dahl’ın ünlü romanı “Güneş Doğmayınca” var ya. Bir sabah uyanır ki insanlar, güneş doğmamış yani hâlâ gece.
Aklıma hemen yıllar önce oğlumun, yaş günü için aldığımız ayakkabıyı yatağının başucuna koyuşu ve öylece uyuyuşu geliyor. Bizim zamanımızın bayram önceki geceleri gibi... Hem çocuğu olsun isteyen ama bir yandan da doğum sancılarıyla kıvranan anneler gibi... Ne yârdan ne serden…
Sabah oluyor hatta öğlen de. Kardeşim ve iki arkadaşı da geliyor. Sevgilimse o iş arasında makineyi takmış, odayı süpürüyor. “Terleyeceksin, keşke söyleseydin de akşamdan
alsaydım odayı.” diyorum. O da tatlı sert bir ifadeyle “Benim kuralım böyle.” cevabını veriyor ve tartışma bitiyor.
Çay demlenmeye hazır, poğaça ve börek de tamam. Pasta ise sahneye çıkmayı bekliyor heyecanla. Mumlar, çakmak… Hazırız. Kardeşim pastayı getirirken sehpa devriliyor ama aldıran kim. Bir alkış, bir alkış. Sanki altı el değil, bir orkestra!
Mum yakılırken ben de telefonumla bu anı ölümsüzleştirmeğe hazırlanıyorum. Mumu üflemeye hazırlanan sevgilim “Bu yaşta maymuna çevirdiniz beni!” diyor ama sesinden yakınma değil, mutluluk damlıyor.
“Öyle deme anne!” diyorum. “Sen benim sevgilimsin .İyi ki doğurmuşsun bizi. Bu ne ki, gelecek yıl bu vakitlerde ‘rampapa’ (tombala oyununda 90 rakamı çıkınca söylenen söz) diyeceğiz daha!”