Okyanus mu Çanakkale ile İstanbul’un arası, abartmayın. Eskiden beri kapı komşumuz sayılırdı.

Okyanus mu Çanakkale ile İstanbul’un arası, abartmayın. Eskiden beri kapı komşumuz sayılırdı. Balıkesir, Bandırma, baba memleketim Erdek ama fırsat buldukça İstanbul kapı komşusu gibiydi o yıllarda da.
Tatillerde de olsa fırsat bulup, yaratıp kapağı oraya atmak bir kaçıştı bizim gibi büyük kentlerin gölgesinde yaşayanlar için. Havası ne de olsa ayrıydı benim için de, kısacası kaş göz edip çağırırdı olur olmaz zamanlarda bizi İstanbul’a.
Gençliğin o gözünü karartarak her fikre, alana dalıvermesi gibi sinemayla da haşır neşirdim. İşte sevginin bizi sinema aşkına götürdüğü o yıllarda, rastlantı ve şans eseri olarak bir kitap görmüş ve görür görmez aşkımı bulmuştum: Senaryo Yazma Tekniği.
Daha önce kitapçıda görüp gözlerimi tekerlek gibi büyüten o mütevazı ama beynimi delip içine giren yazarı… Göz alıcı renklerden kaçınılarak kullanılan, koyu yeşil, mavi renklerden oluşan kapaktaki o isim benim için büyük bir armağan hatta gömü değerindeydi: Orhan Kemal! “Demek bu alanda da emek harcamış Nazım’ın çırağı Orhan Usta!” deyip gözümü kırpmadan harçlığımı bu yatırıma yöneltmiştim.
Uzatmayayım. Tekrar tekrar okumuş ve senaryo yazarken sayfayı yukarıdan aşağıya nasıl böleceğimi, efektleri nasıl belirteceğimi, karakterlerin konuşmalarını nasıl yazacağımı ondan öğrenmiş ve senaryo denemeleri yazmağa başlamıştım giderek.
Bundan sonraki yaz İstanbul’a giderken elimde ilk senaryom da hazırdı. Büyük bir heyecanla Yeşilçam’ın büyülü sokaklarında aranırken yanılmıyorsam Alyon Sokak’ta bir yeri buldum ve şansımı denemek için girdim.
Gösterişsiz ama sevimli ortamı süzüp, patron olduğunu tahmin ettiğim kişiye, koltuğumun altındaki senaryomdan söz ettim. Şimdi adını - yanlış olabilir diye - söyleyemediğim yönetmen “Sen mi yazdın?” diye sordu. Ben onaylayınca da “Dursun, bir ara bakarım.” deyip çekmecesine koydu.
Aradan geçen zamanı anımsayamıyorum ama belki ertesi yıl, belki de daha sonraki zaman diliminde yolum İstanbul’a düşünce yine beni mıknatıs gibi çeken Beyoğlu’nda dolaşıyordum. Hangi sinemaydı bilmiyorum ama kocaman bir afiş vardı o sinemada gösterilen filmle ilgili. Filmin adı “Bize de mi Numara”ydı.
Resmen çarpılmıştım. Benim verdiğim ama ne olduğunu öğrenemediğim senaryonun adı da “Bize de mi Lolo” idi. Bilet alıp ilk seansa girdim. Filmin jeneriği başladığında benim de kalbim duracak gibiydi. O yıllarda Orhan Günşiray’lı vurdulu kırdılı ama mizah öğeleri de içeren filmler çok yaygındı. Film, benim senaryomdaki gibi o yılların modası olan avantür - macera idi. Belirtilen senaryo yazarı duymadığım biriydi.
Film bitti. Bazı sekanslarda ve diyaloglarda değişiklikler vardı ama konu ve diyalogların tümü neredeyse aynıydı.
Sinemadan çıkıp heyecanla, senaryomu verdiğim sokağı, yeri aradım ve buldum. Kalbim heyecandan çok hızlı çarpıyordu. İçeriye girdiğimde, senaryoyu verdiğim kişiyi gördüm. O devrin tanınmış simalarından birkaç aktörle söyleşiyorlardı.
Senaryoyu verdiğim kişi yönetmenmiş. Konuyu özetleyip “Senaryomu size vermiştim hatta o gün yanınızda şu artistler vardı.” dedim ama o bana olayı hatırlamadığını, kendisine birçok amatörün senaryolar getirdiğini ama beni hatırlamadığını söyledi.
Kısaca süklüm püklüm ayrıldım oradan. Heyecanla beklediğim o mutluluk anını yakalayamamak çok acı bir duyguydu.
“Bize de mi Lo Lo”nun estetik operasyon geçirmiş versiyonu “Bize de mi Numara”yı izlemiştim harçlığımın son damlasıyla, o kadar.