“İçkinin hakkını vereceksin.” diyordu arkadaşım kadehini kadehimle tokuştururken. “Hatta şu şalgam suyunun da…”
“İçkinin hakkını vereceksin.” diyordu arkadaşım kadehini kadehimle tokuştururken. “Hatta şu şalgam suyunun da…”Ben “Nasıl?” deyince “Oyunun ilk sahnesinde görülen silahın, daha sonraki sahnelerde nasıl patlaması gerekiyorsa masaya getirilen içkinin de muhakkak içilmesi gerekir. Boşuna mı getirildi masaya bu meret?” diye açıkladı söylediği sözü.
Tabii şişede durduğu gibi durmayacaktı içki de. Ona hak verip “Zaten şişedeki gibi durursa ne işe yarar o zaman?” diye düşündüm. Onun da hakkı verilmeliydi elbette.
Sonra uzun uzun düşündüm. İnsan neyin hakkını vermezse olmazdı? Neyin ve ne kadar?
Evde, kullanılmayan eşyanın yeri yoktur bana göre. Üstüne düşen görevi yapmalı. Öyle bir köşede bomboş, bir işe yaramadan duramaz. Televizyonsa televizyonluğunu, kitaplıksa kitaplıklığını, masaysa masalığını, baldıran zehiriyse zehirliğini, yasaysa yasalığını bilmeli. Yoksa televizyon, kitaplık, zehir, yasa; sözlükte, içi boş bir kavram olarak donup kalır. Hatta eve yeni yemek masası alınacaksa eskisi atılmalı ya da satılmalı. Tabii daha da güzeli, gereksinimi olan birine verilmeli. Yasa da uygulanmayacaksa yapılmamalı.
Üzerinde yemek yenmeyen bir yemek masasını düşünün. Size biraz garip gelecek ama aşağılık duygusuna kapılmaz mı o masa? Hani birisi sizi işe almış ama sizden hiçbir şey yapmanızı istemiyor. Sırf dikkat çekmek için söylemiyorum bunu. Dünya sadece insanlardan ibaret değil çünkü.
Diyelim balık pişireceksiniz ve damak tadı açısından defne yaprağının, balığa çok yakıştığını biliyorsunuz. Onun da hakkını vermeli ve balığı onsuz pişirmemelisiniz. Yani defne yaprağının da hakkını vermelisiniz Diyelim pirzola pişiriyorsunuz, kekiğin olmazsa olmazınız olduğunu da biliyorsunuz. Öyleyse defne yaprağı gibi kekiğin de hakkını vereceksiniz. Bir kez olsun Türk kahvesini soğutup için bakalım nasıl oluyor? Çay değil ki bu, soğutup içesin.
Sadece yiyeceklerle sınırlı olduğunu düşünmeyin bu ilkenin. Örneğin çok güzel şiir okuyan birinin fonunda da bir gitar solonun olduğunu düşünün. Öyleyse onun da hakkını vereceksiniz. Sazlarınız arasında usta bir kemancı, kanun ya da klarnet virtüözü varsa onun da hakkını vermeli, ona da taksim yaptırmalısınız.
Bir öğretmen düşünün örneğin. Derse giriyor ve klasik bir söylemle “Açın kitaplarınızı. Şu sayfadan şu sayfaya kadar okuyun.” diyor. Şimdi o öğretmen ne öğretti? Bence maaş ya da ücreti o kitabın hesabına yatırmak gerek çünkü öğretme eyleminin hakkını veren o. Zaten bence öğretmen iyi bir iletken olmalı. Bilgi ve becerisini kendine saklayan, bilgi aktarmakta cimri olmayan biri olmalı. Sekiz şey bilip altısını öğreten öğretmenden başarılıdır bildiği iki şeyin ikisini de öğreten.
Hastanın derdini dinlemeyen doktor, suçlunun savunmasını dinlemeyen yargıç, müşterinin siparişini dinlemeyen garson, çalıştırıcısını dinlemeyen sporcu, yolcusunu ciddiye almayan sürücü sizce ücretini ne kadar hak etmiş olur?
Bazı insanlar nedense emek harcamadan yemek istiyor oysa atalarımız “Emeksiz yemek olmaz.” demiş. Kuşkusuz tembellikle, yorulmak istememekle ilgili bu davranış ama hiç de doğru değil. Ne verdin ki ne bekliyorsun? Atatürk’ün “Türk milleti çalışkandır, Türk milleti zekidir.” sözünün bir saptama değil, gayrete getirme amaçlı olduğunu düşünmüşümdür hep.
Üstüne baraj kurulmayan bir akarsu ya da açık unutulmuş bir çeşme gibi boşa giden enerji ya da değerin hakkını vermemek cinayetten farksızdır. Doğanın sunduklarını görmezden gelmek, hakkını vermemek bağışlanabilir bir davranış değildir. İnsanoğlu doğaya kayıtsız kalsaydı ne petrol, ne maden, ne doğal gaz girerdi yaşamımıza.
Parası olduğu halde onu yastık altında ya da bankada tutmak da aynı şeydir. Çalıştırılan para hem gelir getirecek hem de iş bekleyenlerin geçimini sağlayarak işsizliğe ilaç olacaktır.
Sözün özü: Yediğinin, içtiğinin, dinlediğinin, okuduğunun, yazdığın yazının, oynadığın oyunun, çaldığın sazın, öğrendiğin mesleğin, var olan becerinin ama ille de çalışanın emeğinin hakkını vereceksin.