İletişim yayınlarından çıkan kitabın tanıtım yazısında; ‘’üniversite hayatı, kampüs dedikoduları, ilk aşkların tatlı telaşları… Kaçamak öpüşler, utangaç susuş - lar… Burstu krediydi derken ay sonunun zor geldiği öğrenci evleri, yurtları… Gençliğin ateşi, dertleri, gelecek kaygıları, heyecanları, istekleri, isteksizlikleri… Gençlik Güzel Şey, öğrencilere aynaya bakıyormuş gibi his - settirecek, yetişkinleri de öğrencilik yıllarına götürecek öykülerin kitabı. Günümüz Türkiye’sinin gerçekçi bir fotoğ - rafı aynı zamanda… Ekin Kadir Selçuk, farklı yaşamlara, insanlara, hayvanlara sevgiyle, içlerinde saklı ışıltıyı görme umuduyla bakan, öğrenciliği iyi bilen bir yazar. O eski şarkı ne diyordu? Gençlik başımda duman’’ şeklinde raflarda yerini aldı.

Gençlik Güzel Şey kitabının Yazarı Ekin Kadir Selçuk gazetemize özel sorduğumuz soruları cevapladı. Edebiyata ve hayata dair soruları sizin için sorduk.

1- Kitabınızdan bahsederken ilk ismini sorarak başlamak istiyorum, Neden bu ismi verdiniz gençliğe bir özlem mi? hayıflanma mı?

Gençliğe özlem duymuyorum, çünkü ben de gencim. Şaka bir yana, öyküler üniversitelileri özellikle de üniversiteli gençleri anlatıyor. Yazıyla haşır neşir olanlar genellikle tanık oldukları olaylardan başlarlar yazmaya, her zaman böyle olmasa bile. Üniversitede bir akademisyen olarak çevremde hep gençler oluyor. Dolayısıyla onları daha iyi tanıdığımı düşünüyorum. Bir de tabii ülkemizde gençliğe büyük fırsatlar verildiğini düşünmüyorum ve hoca olarak da yazar olarak da genellikle onlardan yana bir tutum takınmaya çalışıyorum. Öykülerimde de bu “yanlı” tutumum çoğunlukla görülecektir.

2- Sizce yazmaya başlayan birisi nerden başlamalı? Okumaktan mı? Kısa metinler denemeler yazmaktan mı?
Yazmaya başlamak bence planlı bir süreç değil. Gördüğün bir şeyler de seni yazmaya itebilir. Ama tabii öncelik okumaktadır. Okudukça yazmaya heves edebilir insan. Aynı anda hem okur hem yazabilirsin. Genellikle kağıda ilk iç dökmelerimizi aktarıyoruz. Duygularımızı, hayallerimizi. Bu doğal. Fakat yazmaya dair hevesimiz varsa bunu çok çabuk geride bırakmalıyız. Daha nitelikli şeyler yazmak için çabalamalı, bunun için de kendimiz dışında etrafa da bakmaya başlamamız gerekir. Bunun en pratik yolu okumaktır. Okumak insanı bambaşka hayatlarla tanıştırır.

3- Akademisyen olmak mı, yazar olmak mı sizin için daha heyecan verici?
Okumaya ve yazmaya dair her şey benim için heyecan verici. Buna bir süre yaptığım gazetecilik de dahil. Nitekim şu ara bir nehir söyleşi kitabı hazırlıyorum. Edebiyat akademisyenliğe göre daha “serbest” bir alan olarak görülebilir ama bu aslında tam doğru değil. O da bir disiplin ve onun da kendi kuralları var. Her an bozulabilecek hatta bozulması gereken kurallar olsa da bunlar.
4- Yazmak sizin için ne ifade ediyor ve yazmak sizde terapi mi yoksa bazılarının dediği gibi zorunluluk mu?
Böyle büyük laflar etmeye gerek yok bence. Yazmasaydım ne bana bir şey olurdu ne de dünya bir şey kaybederdi, bunu kabul etmek lazım. Yazmaktan keyif alıyorum öncelikle. Bu hayata dair söylemek istediklerimi, üstelik keyif alarak söyleyebildiğim bir şey yazmak. Bu olmasaydı başka söyleme yolları denerdim sanırdım. Neticede varoluşçu filozofların söylediği gibi insanın bu dünyaya fırlatılmış olduğunu düşünürsek araya araya yolumu bulmaya, kendimi var etmeye çalışıyorum.
6- Öykü yazmak roman yazmanın olmazsa olmazı mı?
Hayır. Hiç ilgisi yok. Maalesef öyle bir yanlış anlaşılma var. Öykü romanın provası, öncüsü gibi düşünülüyor. İkisi bambaşka özellikleri olan bambaşka türler. Böyle bir karşılaştırma yapmak elbette doğru değil ama hakikati biraz abartmak için öykü, romandan daha zordur bile diyebilirim. Öykü çok sıkı bir disiplin ister. Her şeyi istediğin gibi yazamazsın öyküde. Derdini çok sınırlı sayfa içinde, çok az karakterle, çok az mekan kullanarak anlatmalısın çoğunlukla. Şöyle düşünün. Bir sınavda hoca size kallavi bir soru sordu: Cevabı 10 sayfada yazabileceğinizi söylediğinde mi daha iyi hissedersiniz, bir paragrafta anlatmanızı istediğinde mi? Yani elbette öyküyle romanı hangisi daha zor daha kolay diye kıyaslamak doğru değil ama bu örneği vaziyeti biraz abartarak anlatmak için kullandım.

7- Türkiye’de okuma oranları neden bu kadar vahim boyutlarda, gerçi son dönemlerde yaşanan kitapların bazı yazar ve kitapların fazla satmaya başlaması gibi gelişmeler size umut veriyor mu?
Tüketim alışkanlıklarımızdaki değişiklikler, teknolojinin hayatımızı domine etmesi, en nihayetinde otoritelerin okumayı ya da izin verilenden fazlasını okumayı hala “tehlikeli” görmesi gibi sebepler akla gelebilir. Hayatımda en az okuduğum dönem 15-18 arasıydı. Bunun bir sebebi ergenlik çağına girmem ve bu yüzden kızlarla fazla ilgilenmemdi. Ama yaş aralığına dikkat: Burası aynı zamanda üniversiteye hazırlık dönemi. Türkiye’de eğitim hayatı, hele de üniversiteye hazırlanmak insanı okumaktan soğutur. Çoğu zaman aileler ve öğretmenler kitap okumaya çalışan çocukları durdurur bile, kitap okuyacağına test çöz diye. Bir de şunu kabul etmek lazım: Antik çağlardan beri görünenle görünenin arkası, derini arasında bir çatışma var. Büyük laflar etmeyeyim diyorum ama sanırım dünyada hiçbir zaman görüntü görünenin arkasındakinin, derinin önüne bu kadar geçmemişti. Kitap okumak derinleşme gerektirir. Derinleşmek bugün çok gözde bir arayış mı? Buna olumlu bir yanıt vermek zor. Kitapçılarda çok satan reyonları gezdiğimizde birkaç büyük yazarımız hariç eften püften şeylerle dolup taştıklarını görürüz. Muhafazakar bir yorum mu benimkisi? Eh biraz. Gençliğe hayıflanma mı demiştiniz kitabın adı için? İnsan yaş aldıkça biraz muhafazakarlaşıyor galiba. Ama herkes istediğini okusun, kimse kimin ne okuduğuna karışmasın diyerek bu mesele geçiştirilebilir mi? Bence hayır. Bunu dediğinizde bu süreçleri etkileyen piyasayı, kapitalist araçsal aklı, kültür endüstrisini gözardı etmiş olursunuz çünkü. Evet iyi metinler okunmalı ve her şey “sana göre, bana göre” diye değerlendirilemez bence. Karamazof Kardeşler sana göre iyi, bana göre kötü değildir, olamaz. Tanpınar’ın Huzur’u da öyle.


İbrahim Akın KAZANCI
Editör: Ersan Küçükkuru